Râbıtanın özü şudur; mürşidi düşünmek, sadece onun şahsını hayal etmek, müstakilen ondan bir şey istemek değildir. Bilakis, aslında her şeyi yaratan ve yapan, müessir-i hakikinin Allah-u Zülcelal olduğuna itikad ederek, Allah'ın mürşide ihsan ederek, şahsında tezahür ettirdiği faziletleri düşünmektir.
Rabıta-yı Canan
Sofilerin üzerinde durduğu rabıta -yeri Kalbin Zümrüt Tepeleri- dar, ferdi ve özel bir rabıtadır. Bu şekildeki rabıtayı kabul etmede bir beis yoktur. Nasslara göre izahı kabil ve vesilelik manasındaki rabıtayı inkar ise bir bağnazlık ve bir taassuptur. Tabii onu, sadece şeyhi, mürşidi veya Allah Rasulünü tezekkür ve tahattur etme şekline irca etmek de rabıtanın engin manasını daraltma demektir.
Tarikatlar rabıtayı şu şekilde uygular: Mürid, mürşid bildiği zatı kendi iki kaşının ortasında, kendisini de onun iki kaşı ortasında gibi mülahaza eder. Onun şemailini, hayat tarzını, siretini, iç alemini tezekkür ve tahattur ederek, onun gibi olmaya çalışır ve kendini öyle olmaya zorlar.
Burada bir bakıma Allah (cc) ile kul arasına başka birisi konmuş gibi oluyor. Ancak bunun öyle olmadığı da açıktır. Bize göre bu anlamda rabıta emekleyen bir insanın, tavus kuşu gibi göklerde pervaz eden birinin arkasına takılması ve hedefine ulaşmak için hızını artırması demektir. Bu meseleyi biraz açacak olursak; kişi ister vadinin dibinde, ister dağın zirvesinde olsun, her zaman ellerini Allah'a kaldırıp O'na maksatlarını açar, içini şerheder, rahatlıkla 'Senin abd-i kemterin olan benim, Sen'den istediklerim şunlardır.' diyebilir. Fakat meseleyi murakabe platformu içinde ele aldığı, günahlarını hatırladığı, Rabb karşısında acz ve fakrını mütalaa ettiğinde, zaman zaman ümitleri kırılabilir, inkisara düşebilir ve 'Ben kim, şu büyük şeyleri isteme kim?..' -bu mülahaza yanlış olabilir- diyebilir. İşte bu noktada kul murakabeden rabıtaya çekilip 'Allahım benim dilbeste olduğum mürşid-i kamil şudur, O'nun el kaldırmalarının gölgesinde ellerimi sana kaldırıyorum. O'nun teveccühünün arkasında Sana teveccüh ediyorum. O'nun bülbül gibi söyleyen dilinin arkasında ben de acizane bu hissiyatımı ifade etmeye çalışıyorum. Beni bu duruma iten, aczim, fakrım ve O'nun hakkında hüsn-ü zannım, benim makbul olmayışım onun da makbuliyetidir. O'nun yüzü suyu hürmetine dualarımı kabul eyle..' diyebilir ki işte rabıtanın gerçek manası da budur. Görüldüğü gibi burada mürşid veya mürşidin mürşidi, Allah ile kul arasına girmiyor, belki kul acz ve fakrını itiraf içinde, haddince bir duruma giriyor ki, bu manadaki rabıta, seyr-i sülukun bir zatın gölgesi veya vesayası altında tamamlanmasına, acz ve fakrı idrakle o zata bağlılık ve iktida içinde yapılan, ibadetü taatın ünvanı oluyor. Böyle olunca da Allah'la (cc) kulları arasına kimse girmiş olmuyor. Allah'a (cc) kulluk için böyle bir vesile şart olmasa da, onun Allah'la (cc) kul arasında vesateti esas kabul eden sapık mesleklere benzetilmesi de doğru değildir -ki ben böyle rabıta yapan hiçbir tasavvuf ehli veya ekolu tanımıyorum- Değil herhangi bir şeyhi, Hz. Mesih'i Allah ile kendi aralarına koyma anlamında bir rabıta hatadır, hatta -neuzü billah- şirktir.
Rabıta İnsanı
Rabıta kavramı bu temeller üzerine oturtulduktan sonra, ona konu alan zatın kimliği çok önemli değildir. Mesela benim hayatımda kullukları ile çok ciddi izler bırakmış derin, engin insanlar vardır. Bunlardan birinin -ki sizin çok değer atfetmeyeceğiniz bir insandı ama benim nazarımda çok büyüktü- dua ederken yüzüne bakardım. O duasında boynunu bir tarafa büker, bazen dudaklarını kıpırdatamaz, bir müddet sonra elleri de dudakları da titremeye başlardı. Şahsen ben o zat hayatta iken, onunla beraber namaz kıldığım her anda, onun duasını, dudaklarındaki o kıpırdanışı, yüzündeki o ciddi teessür ve tahassürü, yakalamaya çalışırdım. O zatın vefatından sonra da çok defa ellerimi kaldırdığımda, onu, o titreyen elleriyle, kıpırdayan dudaklarıyla, buruk boynuyla tezekkür ettim ve ondan ders almaya çalıştım. Eğer bu rabıtaysa böyle bir rabıtada hiçbir mahzur yoktur ve bu katiyen tevhide gölge düşürmemektedir.
Evet, katı bağnaz bir kısım kimselerin düşündüğü gibi meseleyi ele alarak, Ebu Yezid el-Bistami, Cüneyd el-Bağdadi ve İ. Şibli'lerden başlayıp günümüze kadar gelen selef-i salihini, hususiyle Hz. Şah-ı Nakşibendi gibi, alem-i İslam'ın önemli bir güneşi olan bir zatı ve onun açtığı çığırda bu işi yapanları hatalı ve kusurlu görme büyük bir günahtır. Hata edenler, işi çığırından çıkaranlar varsa, elimizde ehl-i sünnet ve'l-cemaatin düsturları vardır, biz her şeyi onlara tevfikan -Allah'ın inayetiyle- doğruyu bulabiliriz
F-Gülen
Selamlar